1 Şubat 2017 Çarşamba
19:02 |
Post-yapısalcı Sosyoloji: OTORİTE, TAHAKKÜM VE RIZA |
“OTORİTE RIZAYA DAYANIR!” Gadamer’e göre otorite, bir düşünceye, kişiye ya da topluluğa önceden hazır şekilde sunulan, “bahşedilen” bir şey değildir. Otorite, karşıdakinin akıl ya da bilgi yoluyla itaatini sağlayan bir kazanma süreci ile ortaya çıkar. Bu bakımdan, Aydınlanma düşüncesinin reddettiği önyargı ve gelenek, kendilerine sorgulamaksızın bağlı olunan, körü körüne inanılan otoriteler değildir.
Gadamer otoriteye itaati, akıl ya da bilgi yoluyla ikna etmeye (ya da olmaya) dayandıran bu yaklaşım sergiler, Aydınlanmacı gelenek ile onun romantik eleştirisi arasındaki akıl-gelenek karşıtlığının felsefi hermeneutikte geçerli olmadığını ilan eder, soyut antitezler olarak görmez.
Otorite; eğitimden, ordunun ve hükümetin emirlerine ve çeşitli hiyerarşilere kadar bütün tarzlarıyla sayısız egemenlik formu içinde bir temel dogmatik gücü kullanır ama aynı zamanda, sadece, özgürce tanınarak benimsendiği için yönetebilmektedir.
Çünkü Gadamer’e göre gerçek otoriteye itaat, emirlere körü körüne itaat, kör ve kölece bir itaat değildir. Otorite, rızaya ve bu nedenle bizatihi aklın sınırlarının bilincine varmaya, başkalarının öngörülerine bel bağlamaya ya da güvene dayanır. Genel olarak Aydınlanma, hiçbir otoriteyi kabul etmeme ve aklın üzerinde durduğu yargılardan önce her şeye karar verme eğilimindedir. Dr. Erdal İsbir, “Provokatif Bir Düşünür Olarak H. G. Gadamer”adlı makalesinde, “Akıl ve otorite arasındaki karşıtlık, eski olanın önünde duran yanlış bir varsayımdır ve bununla başa çıkılmalıdır” der.
Gadamer bu durumu temel kitabı olan “Hakikat ve Yöntem”de şöyle açıklar: Aydınlanma’nın otoriteye inanç ile bir kimsenin kendi aklını kullanması arasında yaptığı ayrım, kendi içinde, meşrudur. Otoritenin itibarı o kimsenin yargılarının yerini aldığında, gerçekten de otorite önyargıların kaynağı haline gelir. Fakat bu, onun varlığının hakikatin bir kaynağı oluşunu engellemez. Bu Aydınlanma’nın, bütün otoriteleri yadsırken göremediği şeydir (Gadamer1989; 279).
G.L.Ormitson ve A.D. Schrift, Gadamer’in en büyük eleştirmenlerinden Habermas’ın, kendisine yönelik dogmatizm, muhafazakârlık ve geleneğe kör itaat suçlamalarını reddeder.
Habermas gibi muhalifleri, onu Aydınlanma’nın mirasına ihanet gibi görse de, Gadamer’e göre otorite daima yanlış değildir. Gadamer için böyle düşünenler otoriteyi, dogmatik bir güç zannederek yanılmaktadır. Oysa, her tür otoritenin nihai kaynağı gelenek değil, akıldır. Gadamer Aydınlanma’nın akıl-otorite ve özgürlük-gelenek arasında kurduğu karşıtlığın körlüğün bir ifadesi olduğunu söyler. Çünkü otoritenin özü körü körüne bir bağlılık ya da akıldan vazgeçme değildir, tersine akla dayalı bir rızadır.
Otoriteye yönelik kabul, otorite sahibi şeyin akıldışılığı ya da keyfiliğinden değil, o şeyin hakikat iddiasına bağlıdır. Gadamer, otorite kavramına yönelik bu bakışını Romantizmle destekler.
Otorite sahibi olanın ne olduğu sorusuna ise, “gelenek” yanıtını vererek, otorite kavramının belirsizliğini bir ölçüde aşmaya çalışır. Ancak ona göre, “gelenek” kavramı da en az “otorite” kavramı kadar belirsizdir: Gelenek tarafından doğrulanan şey ve görenek/adet, tarifi imkânsız bir otoriteye sahiptir. Sonlu tarihsel varlığımız, bize devredilen şeyin –sadece açıkça zeminde duranın değil- otoritesinin, tutum ve davranışlarımız üzerinde bir güce sahip olduğu gerçeğiyle mimlenmiştir (Gadamer 1989; 280).
“OTORİTE (İKTİDAR) TAHAKKÜMCÜDÜR!”
Foucault, iktidar/güç/otorite’nin rızaya dayalı olduğunu düşünmez. O, iktidarın bir “konsensüs”, özneler arası bir alan, ortak bir eylem olabileceği düşüncesini çürütür. (Foucault 2011; 274)
Foucault’nun bilgi sosyolojisinde “Global olarak yoğunlaşmış ya da dağılmış biçimde bir iktidar” yoktur: “Yalnızca ‘birilerinin’ ‘başkalarına’ uyguladığı iktidar vardır.” Ona göre, iktidar yalnızca “edimde” vardır: “Bunun başka bir anlamı da, iktidarın rıza göstermeyle bir ilgisi olmadığıdır. İktidar kendi başına özgürlükten vazgeçilmesi, hakların devredilmesi, tek tek herkesin sahip olduğu iktidarı birkaç kişiye emanet etmesi değildir; iktidar ilişkileri önceden var olan ya da durmadan yinelenen bir rızanın ürünü olabilir; ama, kendi doğası gereği, bir konsensüsün dışavurumu değildir.” (Foucault 2011; 73)
Foucault, 17. Yüzyılın sonundan itibaren “yeni bir iktidar” biçimi oluştuğunu ileri sürer. “Biyo-iktidar” olarak tanımladığı bu yeni iktidar biçimi, yaşama iki şekilde müdahale eder:
1- Disiplinci iktidar (insan bedenini bir makine olarak görür), 2- Nüfusun biyo-politiği (bedeni bir doğal tür olarak görür.) Biyo-iktidar “tahakkümcüdür” (zorba, hükmedici), “hegemonya” (baskı, üstünlük) kurar. İktidarın(otoritenin) rızaya dayalı olmadığını vurgulayan Foucault, “boyun eğdiren” (tahakkümcü, hegemonik) otoriteyi savunur da (“iktidar kötüdür” diyen Sartre’a cevap verirken):
“(…) Nedense bu fikir (“iktidar kötüdür”-HC) genellikle bana atfedilmiştir. Oysa benim düşüncelerimle yakından uzaktan ilgisi yoktur. İktidar kötü değildir. İktidar stratejik oyunlardır. İktidarın kötü bir şey olmadığını aslında çok iyi bilmekteyiz. Örnek olarak cinsel ilişkiye ya da aşk ilişkilerine bakalım. Şeylerin kolayca tersine çevrilebileceği açık bir stratejik oyunda bir başkası üzerinde iktidar uygulamak kötülük değildir. Bu, sevginin, tutkunun, cinsel zevkin bir parçasıdır.” (Foucault 2011; 244) Foucault, bu konuda pedagojik alanda haklı eleştiriler yapıldığını hatırlatarak, o eleştirileri de şöyle karşılar:
“Sorun (…) bir çocuğu bir öğretmenin keyfi ve yararsız otoritesine tabi hale getirecek ya da bir öğrenciyi otoritesini kötüye kullanmayı alışkanlık edinmiş bir hocanın etkisine sokacak olan tahakkümün etkilerinden nasıl uzak duracağınızı bilmenizdir. Ben bu sorunların hukuk kuralları, bununla ilişkili rasyonel yönetim teknikleri, ethos, kendilik pratikleri ve özgürlük çerçevesinde ortaya konulması gerektiği kanısındayım.” (Foucault 2011; 244)
Bu ethos, Foucault’nun “Aydınlanmanın şantajı” olarak nitelediği şeyin reddedilmesini içerir. (Ona göre Aydınlanma, hâlâ büyük ölçüde bağlı olduğumuz bir siyasi, ekonomik, toplumsal, kurumsal ve kültürel olaylar bütünü olarak, ayrıcalıklı bir analiz alanı oluşturur. Foucault’ya göre, “Ya Aydınlanma’yı kabul eder ve onun rasyonalizminin çerçevelediği gelenek içinde kalırız ya da Aydınlanma’yı eleştirir ve onun rasyonalite ilkelerinden kurtulmaya çalışız.”) Kendimizi tarihsel olarak belli bir ölçüde “Aydınlanma tarafından belirlenmiş varlıklar” olarak analiz etmeye çalışmamız gerekir. (Foucault 2011; 185)
Foucault’ya göre, rızaya dayanmasa da iktidar kötü değildir! Bunu anlayabilmek için onun, bir anlamda, “Bilen, iktidar (otorite, güç) sahibidir” biçiminde özetleyebileceğim şu sözlerini bilmemiz gerekir: “İktidar ilişkileri her yerden geçer: İşçi sınıfı iktidar ilişkilerine aracılık eder, iktidar ilişkileri uygular. Öğrenci olarak siz de şimdiden belli bir iktidar konumuna dâhilsiniz; ben, profesör olarak, ben de bir iktidar konumundayım; bir iktidar konumundayım çünkü bir kadın değil, erkeğim ve siz bir kadın olduğunuzdan siz de bir iktidar konumundasınız, aynı değil, ama biz hepimiz iktidar konumundayız. Bir şey bilen herkese ‘iktidar uyguluyorsunuz’ diyebilirsiniz.”(Foucault 2011; 161)
EN TEMEL NOKTA
Susan Hekman’a göre, Gadamer ile Foucault’nun bakış açılarını (perspektiflerini) birbirinden ayıran en önemli nokta, temel ve anti-temel arayıcılık noktasıdır. Hekman şu yorumu yapar: Başlangıçta Foucault’nun anti-temel arayıcılığının, özellikle moralite alanında, Gadamer’in konumunun icabettirmediği bir nihilizme yol açtığını öne sürmüştük. Bu iddia, birçok karmaşık sorunu içerir. Foucault’nun çalışmasının nihilizmi icabettirip icabettirmediğinin belirlenmesi pek kolay bir şey değildir ve bu konu, eleştirmenlerinin üzerinde uzlaşamadıkları bir olgudur. (Hekman 2012; 237)
Foucault’nun hakikat/doğru arayışında “bu dünya içindeki çok sayıdaki sınırlamadan” söz eder: Hakikat/doğru, bu dünya içindeki çok sayıda sınırlamanın ürünüdür; gücün/iktidarın ötesindeki diğer bir dünyada değil. O, entelektüelin hakikat uğruna savaşmadığını, aksine kendi statüsü adına savaştığını öne sürer. Hakikati, “doğrunun kendilerine göre yanlıştan ayırt edildiği ve iktidarın/gücün somut etkilerinin doğru olan şeye lehimlendiği kurallar totalitesi olarak tanımlar. (Hekman 2012; 237)
Hekman, “Foucault’ya göre, toplumumuzdaki güç/iktidar, adalet ve doğru/hakikat arasındaki ilişki yüksek düzeyde özel bir tarzda organize edilmiş durumdadır” der: Foucault, görevimizin hakikati güçten/iktidardan, gayet tabii hakikat güç/iktidar olduğu için, kurtarmak olmadığı konusunda düşüncesi çok açık olduğu hâlde, hakikatin gücünü/iktidarını, onun şimdi içinde fonksiyonlarını icra ettiği “hegemonya formlarından” (sosyal, ekonomik ve kültürel) ayırmamız gerektiğinde ısrar eder. Dahası o, entelektüelin bu süreçteki özel görevinin, “yeni hakikat politikaları” inşa etmenin mümkün olup olmadığını belirlemek olduğunu öne sürer. Hatta onun, bununla da kalmayarak, hakikate tutku Batı düşüncesine yön veren “tiran” olsa da, bu olgunun ortaya çıkardığı problemin, hakikat arayışının kendi içinde beyhude olması değil, pratikte artık onu farkedemediğimiz bir noktada kötüye kullanılmış olması olduğunu ima ettiği anlaşılıyor. (Hekman, 2012; 238) (Vurgulamalar bana ait-HC)
Hekman, Foucault’nun Aydınlanma eleştirisini ve sosyal bilimlerin başarısızlığına ilişkin açıklamalarını Gadamer’in yaklaşımı ile karşılaştırır. İki analizin de, dili düşüncenin belirleyicisi olarak tanımlamaları gerekçesiyle, birbirine benzediklerini vurgular. (Hekman, 2012; 241) Ancak aralarında farklarda bulunmaktadır. Bu noktada Gadamer, Foucault gibi özneyi metodolojik bir kategori olarak reddetmez, özneyi ait olduğu tarihsel ve kültürel konumunun sağladığı kontekstine yerleştirir; ayrıca Foucault analizinde, yorumcunun rolünü açıklamayı başaramazken, Gadamer anlamanın hem yorumcunun hem de yorumlananın iştirak ettiği bir süreç (ufukların kaynaşması) olduğunu öne sürer.
Öte yandan Foucault’nun bir alternatif ortaya koymaktan çok, belirli otorite kalıplarını eleştiren nihilistik yorumlarının, tarihte baskı altına alınmış bir iyiyi ortaya çıkarırken, iyinin belirli herhangi bir tanımını sunma ihtimalini de engelleyici bir paradoks içerdiğini görürüz. Ancak ontolojik olarak geleneğe ve önyargılarımıza bağlı bulunduğumuzu öne süren Gadamer, hem normatif hem de epistemolojik anlamda geleneğin referans noktasının dışında kendimizi ifade edemeyeceğimizi düşünür. Ancak, bu geleneğin pasif kabulü değildir. Gelenek bizi moral yargılarımızı oluşturmamıza imkân sağlayan kontekstle teçhiz eder ve yazara göre Foucault’nun analizinde bulunmayan şey de budur (Hekman, 2012; 241).
KAYNAKLAR - Gadamer, H. George (1989) Truth and Method, Trans. Joel Weinsheimer and Donald G. Marshall, New York: Continuum Press.
- Foucault, Michel (2011) Özne ve İktidar, 3.Basım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
- Hekman, Susan (2012) Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik (Mannheim, Gadamer, Foucault ve Derrida), Türkçesi: Hüsamettin Arslan, Bekir Yıldız, 2. Baskı, Paradigma Yayınları, İstanbul. ALINTI
- Hulki Cevizoğlu’nun “Compositio” adlı eseri, Ceviz Kabuğu Yayınları, s. 73- 81.
- Popüler Bilim Dergisi, Yıl 24, Sayı 253, Şubat Mart 2017, kapak konusu (içerde s.60)
|
|
Puan
Durum |
: |
|
|
|
|
|
|